2 Şubat 2019 Cumartesi

Yazar Adayını Bekleyen Engeller


Yazar Adayını Bekleyen Engeller
Yazar olmaya karar verdin veya heves ettin. Her şey burada bitmiyor ey simurg, asıl mücadelen ve savaşın karar vermenle başlıyor. Karar, seni harekete geçiren mekanizmadır, seni eyleme geçiren görüntündür. Karar vermek kendi adına bir şey istemendir. Karar vermen, geleceğini ne üzerine inşa edeceğine dair bir temel atmandır. Bundan dolayı neye karar vermiş olduğun çok önemlidir ey simurg!

Bu hayat senin kararlarına saygı duyacak kadar düz bir düzleme sahip değildir. Hayat, sürekli kararını sana sorgulatır ve yüreğine sürekli şüphe tohumlarını serper. Gördüğün gibi karar vermek yetmiyor, bir de kararını diri tutman, kararının arkasında durman ve en önemlisi her gün kararına olan inancını tazelemen gerekiyor.

Kararından sonra, verdiğin kararın yükünün ne kadar ağır olduğunu daha iyi anlayacaksındır. Yükü ağır olan kararın, yüreğe verdiği sükûnetin tadının daha lezzetli olduğunu da fark edeceksin. Bırak yükün ağır olsun ki alacağın lezzetin de tarifi olmasın. 

Bırak yükün ağır olsun ki, her önüne çıkan engeli aşarken yaşadığın heyecan bütün bedenini sarsın ve tekrar yeni heyecanlar yaşama sevincinin peşinde kendini koşar bulabilesin. Bundan daha güzel bir macera var mı ki.

Her güzel olanın önünde engeller Çin Seddi gibi dizildiğini de sana hatırlatmak hayal ortaklığımız adına bana düşüyor ve gelelim önümüze dizilmiş engellere bakalım:

I.         İlk Engel ‘BEN’

Ey simurg, yolun önündeki en büyük engelin kendin olduğunu unutma. Önce kendini aşmalı, kendini kendine engel olmayacak şekilde eğitmeli ve kendini tanımalısın. Senin öndeki “Sen” engelini kimse kaldıramaz. Ben’in önündeki engeli ancak insanın kendisi kaldırabilir. Şayet kendine karşı direnirsen, yeni bir hayatın kapılarını aralamak sana zor geliyorsa, yeni bir hayatta adım atmak da zorlanıyorsan, kendinle çelişkili ve amansız bir savaş yaşıyorsan, önce bu meseleyi hal etmen gerekmektedir. Seni tutan zincirleri kırman, parçalaman gerekmektedir. Seni bağlayan zincirleri ancak sen parçalarsın, başkaları değil. 

Her şey sende başlar ve sende biter; diğerleri senin için dış sestir, yüreğinin etrafında dönerler ve yüreğinin derinliklerine işlemezler. Bazen sana kısa süreli umut olurlar, bazen kendine olan güvenini pekiştirirler ve durum sadece bundan ibaret kalır. Yüreğine ve aklına ancak ve ancak sen ses geçirebilir, kendine dair gerçekleri sen izah edip, ikna edebilirsin.

Yazarlık yolculuğunda en büyük engeli olan “Seni” kontrol altına alabilirsen, sonraki adımları aşman daha kolay ve hızlı olacaktır. Ancak “Ben” sorunuyla yola çıkarsan, diğer engellerle beraber bir de kendinle uğraşacağını unutma. Hem kendin ile hem de diğer engellerle uğraşmak enerjini daha fazla tüketecektir. En çok “Ben” sorunu senin enerjini emecektir. Enerjin emildikçe, zayıflayacak ve diğer engellere yenilmen kolay olacaktır. Sen güçlü olursan, kendi istediklerin konusunda kendini inandırır ve tartışmaya kapatırsan kendine bir kalkan yapmış olacaksın ve dışarıdan gelen diğer engeller oluşturduğun kalkana takılı kalacaklar ve sen yolu yara almadan, sadece biraz yorularak geçmiş olacaksın.
Sana, Ben’in engel şekillerinden bahsetmeyeceğim, çünkü herkesin “Ben engelli” farklıdır. Tek bir şekil ve tek bir rengi yoktur. Ben, Bukalemun gibidir, tanınması ve anlaşılması zordur ve tanınması zaman alır. Ben’in düşmanlığını anlamak da zordur. Ondandır ki ilk ve en önemli tehlike Ben’dir.  Unutulmamalı ki dışarıdaki ve uzaktaki düşmanı tanımak kolaydır ve düşmana karşı tedbiri almak zor değildir; ama iç(in)erdeki tanınmayan, bilinmeyen ve sana sendenmiş gibi görünen casuslar daha tehlikeli oldukları kadar, onlara karşı tedbirli olmak da zordur. Onun içindir ki ilk hedefimiz benliğimizdir. Benliğimizin bize olan tutumunu yolculuğumuzda derin yaralara dönüştürmeden tedavi etmek önemlidir.

Ey simurg unutma ki! Kararsız bir benlik kadar tehlikeli bir şey yoktur.

Osman Tatlı
Hayalim Yazar Olmak kitabından


Vedaya 5 Kala


Vedaya 5 Kala
Sensizlik yüreğimin perdelerini yırtarcasına acı verse de, kalem yazmak için can atsa da sana dair her harfin sevginin özlemiyle tutuşsa da kalbimi parçalayan sesi karşısında keskin bir “Hayır” yankılanıyor, bedenimi bir titreme alıyor. Sensizliğe alışmalı diyor adını koyamadığım bir ses de.
Hep yanımda değilsin, diye başlayan sitem, kızgınlık, sinir ve öfke dolu sesin kulaklarımda değil, kalbimin derinliklerinde yankılarken, sözcükler boğazımda düğümlendi. Her cümlenin sana bir bahane, yalan, kaçmak bir cevap geleceğini bildiğimden suskunluğum içimde kapanmaz yaralar açtığını farkına varamadın. Sessizliğime yüklendikçe yüklendin. İki kelimeyi bir araya getiremeyişim, haklılığın değildi. İçinde yaşadığın ve seni yansıtmayan anlık etkinin tesiriyle söylenen geçici, gerçek dışı cümleler görmemdendi. Kendine gelince söylediklerinin haksızlığını farkına varacaktır, dedim. Bunları kendimi sakinleştirmek için sıralarken içime doğan hüznü, duygusal kırıklığı hiç farkına varmadın. Belki de umursamadın. Çünkü o an sadece kendini düşünürdün. Sahi sevgin hiç iki tarafı düşünecek kadar bir enginliğe sahip mi idi? Bu sorunun cevabı hep beni korkuttu. Bu korku ile yaşamanın verdiği ıstırabı keşke yaşarak öğrenebilseydin.

Ne çok kullanırdın kötü günlerimde hiç yanımda değilsin diye. Her an ellerini tutup, gözlerinden kalbine uzanan bakışlarından seni teskin etmek ya da varlığımla içinde bulunduğun çıkmazın kapılarını aralamayı ne kadar arzu ettiği mi hiç bilemedin. Bilmek yerine suçladın. İmkânları ve şartları bilmene rağmen bunu yapmanı, duygusallığına ve güçlü birinin gölgesine ihtiyaç duymana yorumladım. Ama ben hiç sana neden yanımda değilsin, diye sormadım, soramadım. Sen yanımda değilsin, haykırışlarına sen neden yanımda değilsin diyemedim, bir gün bunu anlarsın diye bekledim; ama anlamadın, umursamadın. Hep kendini düşündüğünden, benim içinde bulunduğum durumu hiç hayal etmedin ve düşünmediğinde bunu kendine soramadın. Sevgin bunu soracak olgunluğa geldi mi bilemedim.

Ne çok özür dilettirdin bana. Hep haklı çıkarırdın kendini. Kendini hiç sorgulamazdın. Ben hep haksız olurdum, sen hep haklı. Sevgim doğru yaptığımı bile yanlış kabul ettirirdi bana. Yeter ki üzülmeyesin. Yeter ki günün kötü geçmesin. Özürler artmaması için suskunluğum arttı. Özürler aramızdakileri sıradanlaştırmasın, her şeye özür bulaşmasın diye, susmak bilmeyen sitemlerine suskuluğun eşlik etti. Sahi ilk günden sona güne senin hiç özür dileğini hatırlamıyorum. Evet, bende hatalıyım, ben de istemeden yanlış bir şey söyledim. Yanında olmam gerekirken olamadım “Özür dilerim” deyişine hasret kaldım. Ama sen özür dilemeyecek kadar kendini kusursuz görürdün. Mantığın hiç yanlış yaptığına ihtimal vermedi. Çünkü hayat ve ben senin etrafında dönüyorduk, sen merkezdeydin. Sanırım hayatta, ben de seni fazlasıyla şımarttık. Sana olan gönül bağlılığını farklı yorumladın ya da yeterince anlayamadın. Hiç aynayı kendine çevirmedin. Çevirdiğinde de güzelliğinle oynamaktan düşünecek başka bir şeye zaman kalmadı sanırım.

Kendini hep haklı çıkarmak nasıl bir duygu? Haklı görünmenin verdiği hazzın tadı nasıl bir şey, ben bilmiyorum ama sana sürekli yaşatılan haklısın handikabı sende inanılmaz bir haz alma isteği uyandırmış. Senin de suçun yok, çünkü etrafındakiler seni öyle alıştırmışlar. Aksi bir durumda saldırganlaşıyor, köpürüyorsun. Haksız olduğuna tahammül edemiyorsun. İnsanın haksız olabileceğine inanamaması kadar vahim bir durum var mıdır, bilemiyorum. Bildiğim hayatın düz bir çizgi üzerinde ilerlemediği, düz gidilen hayat yolunda anı virajların çıkmasıyla alt üst olan benliklerin kendini toparlamasının zaman aldığıdır.

Nasıl bir ruh halidir ki, dünyanın kendi etrafında döndüğünü düşünmek? Ergenlik ya da toyluğun işaretidir insanın kendini kusursuz hissetmesi ve her şeye hakim olduğunu düşünmek. Bütün bu anlayışlar olsa gerek de sevgiye yüklenen anlamlarda bencil bir tutum yumağına dönüşmektedir. Üzücü olan da ikimizin de bu yumağın içinde nefes alamaz hale gelmemizdir. Ama sen mutlusun, çünkü bu yumağı ören sensin. Sen mutlu olunca, sandın ki herkes mutlu oluyor. Hayır, senin mutluluğun herkesi mutlu etmiyor, sana mutlu rolü oynuyorlar. Tıpkı maskelerle yanında dolaşmamız gibi.

Alışkanlıklar keşke sadece bir yönümüzü bağlasaydı da sorunlarımız üst üste çoğalıp, piramitlerin gizemine dönüşmeseydi. Bizi yöneten bencilliğimiz olunca, bedenimizi ve ruhumuzu sarmalayanda dokunulmaz alışkanlıklarımız olmakta. Hep değişimden bahsettin. Değişmemden dem vurdun. Hep aynısın deyip durdun. Peki, sen hiç neden kendini değiştirmeyi düşünmedin. Hiç mi kusurlu yanın yoktu. Hiç mi bastırılmış duyguların gün yüzüne çıkmak istemedi. Ama sen kendini saklama konusunda uzman sanıyordu. Bilmiyor ve farkında değildin ki dışarıdan çok net okunabildiğini. İnsan kendini gizemli sanınca, karşı taraftakileri hafife alır. Bolca da yaptığın buydu. Biraz farklı olmak, insanı gizemli ve uzaylı yapmadığını hayat sana indirdiği darbelerle hatırlatmaya çalıştı. Ama biraz düzlüğe çıkınca bunu unuttun ve gizlediğin gözyaşların kurudu. Bilemedin ki kuruyan gözyaşların kaynağının kaynamaya devam ettiğini.

Sona doğru yaklaştığımızı hiç farkına varamadın. Hep benim istediğim şekilde olacak, hep kontrol bende olacak anlayışın öyle baskın geldi ki, aramızdaki uçurumları göremedin, görmek istemedin ve buna da inanmak istemedin. Kendini öyle vazgeçilmez sandığından, kendi ellerinle yaptığın uzaklaştırma operasyonları bile umursamadın. Çekim gücünün, dışına kimsenin çıkamayacağını düşünmen ne kadar da üzücü durumlara yol açtığını, ancak kaybetmekle yüzleşeceksin. Tabii bu kaybedişleri de egona kurban edeceksin. Ego ben istemiyorum diye yerle göğü inletecek kadar sarsacaktır. Yine haklı çıkma ve mutlu olmanın tadını deniz manzaralı sandalyende çıkarabilirsin. Ta ki kaybetmenin hüznü kalbini sarana kadar.

Osman Tatlı
Sensizliğe Veda kitabından
osmantatli@gmail.com

Kitap Fuarları İçin Rehber



·         Kitap fuarlarında almak istediğiniz bir kitap varsa, önceden kitabın yazarını ve özellikle yayınevini not ediniz. Yoksa fuar alanında tek tek kitap stantlarını dolaşarak boşuna enerjinizi tüketirsiniz. Kitap fuarlarına katılan yayınevleri çoğunlukla kendi yayınladıkları kitapları sergiler. Çok nadir de olsa başka yayınevine ait kitaplarını kendi stantlarında satışa sunarlar. Fuar alanında aradığınız kitabı bulmanın en kolay yolunu kitabı basan yayınevine gitmektedir. Fuar alanında yayınevini de aramanıza gerek yoktur. Fuarın girişinde fuara katılan yayınevi listesi ve yayınevinin bulunduğu yer gösterilmektedir. Ayrıca fuar girişinde dağıtılan broşürde yayınevinin yerini hızlıca bulabilirsiniz.

·         Yayınevi stantlarında görev yapan çalışanlar stantlardaki bütün kitaplar hakkında bilgi sahibi değildir. Ya birkaç kitabı okumuştur ya da okumamıştır. Dolaysıyla kitap hakkında bilgi almanız pek faydalı olmaz. Almayı düşündüğünüz kitabı kendiniz karıştırırsanız bilgi sahibi olursunuz. Böylece nasıl bir kitap aldığınızı bilmiş olursunuz.
Kitabın yazarı, yayınevinin editörü orada ise, merak ettiğinizi sorabilirsiniz. Onlara size daha fazla yardımcı olur ve işinizi kolaylaştırır. Böylece stant çalışan görevliyi de zor durumda bırakmış olursunuz.

·         İyi kitaplar her zaman tanınmış ve marka yayınevlerinde bulunmaz. Zamanınız varsa üşenmeden bütün yayınevlerin kitaplarına bakın. Belki aradığınız kitap adını hiç duymadığınız yayınevindedir. Unutmayın iyi kitapları sadece marka ve tanınmış yayınevleri basmaz.

·         Çeviri kitaplarını alırken, tamamının çevrildiğinden emin olun. Sansürlenmiş ve kısaltılmış çeviri kitapları almamaya çalışın. Orijinaline bağlı kalınmış çevirileri tercih edin.


·         Arayıp bulamadığınız yayınevlerini yerini danışmadan sorun. Stant çalışanları diğer yayınevlerini çoğu zaman bilmez. Öğrenmeleri için bir neden ve zamanları yoktur.

·         Kitap alırken saliseyle sayfa çevrilerek kitap hakkında bilgi sahibi olunmaz. Arka kapak yazısı okuyarak, içindekilere bakarak ve içinde bir bölüm okuyarak kitap hakkında fikir sahibi olabilirsiniz. Yelpaze sallar gibi kitabın yapraklarını sallamakla kitap hakkında fikir sahibi olduğu görülmemiştir.
·         Kitabın kapağına bakılarak kitap alınmaz ve almaktan vazgeçilmez. İncelemeden kapağa bakarak fikir sahibi olunmaz. Kitap kapağı hoşunuza gidebilir ama içeriği size hitap etmeye bilir. Size hitap etmeyen bir kapak içeriği sizi aradığınız kitap olabilir.

·         Kitabın ismine bakarak da kitap alınmaz. Çoğu zaman kitap isimleri aldatıcı olabilmektedir.


·         Yazarından aldığınız kitap hakkında yazara yazım aşaması ya da içeriği sorulabilir.

·         Velilerin ve öğretmenlerin çocukların kitap alımında tercihlerine saygı duymalıdır. Kendilerine uygun kitabı almayı ancak böyle öğrenebilirler. Özellikle öğretmenlerin sanki her kitabı okumuş, her kitap hakkında bilgi sahibiymiş yaklaşımlarını terk etmeleri gerekir. Öğretmenin uzaktan kitabın ismine ve kapağına kitabı al ya da alma tavrı eğitimcilik değildir. Öğrencinin beğenisine tercih duymalı, kitap dayatması yapmamalıdır.

Osman Tatlı
osmantatli@gmail.com

O Sen Değildi!


O Sen Değildi!
“Karın nasıl biriydi?”

“Çok iyi bir insandı. Bana düşkündü. Kusursuzdu…”

“Peki, neden ayrıldın?”

“O, sen değildi ki…”

O sırada kadının kocası içeri girer. Kızgınlık ve şaşkınlık içeren bir tonla “ooo! Söyle de bize taşınsın. Zaten on iki yıldır bizimle yaşıyor. Ben uyumaya gidiyorum.” Sessizlik. İki bakış merdivenlerden hızla yukarı çıkan adama kilitlenir. Ama yürekleri alev yeridir. Sessizlik çaresizliğin çığlığıdır. Bakışlar gecikmişliğin hüznü ile doludur.

“Giderken, neden benimle gel demedin?” der kadın.

“Geleceğine inanmıyordum. Nişanlıydın.”

“Çok ağır ve yavaştın. Kaybettin.”

Adamın yüreğine ok saplanmışçasına kadının yüzüne bakar. Bakışları, kalbindeki gecikmişliğin acısıyla renk değiştirir. Hüzün ve acımsı bir sesle “Artık gitmeliyim!” Kadın, ağır, sessiz adımlarla bahçenin kapısına doğru giden adamın ardından baka kalır. Adam, gözden kaybolana kadar ardından bakar. İsteksiz bir şekilde kapıyı kapatır, kalbi giden adamla giderken, bedeni merdivenleri tırmanır.
Birbirine ait ama zamanında bunu anlayamamış iki ruhun yürekleri dağlayan ve insanı dünyadan koparıp, başka boyuta taşıdığı filmin sahnesi karşısında durgunlaşan, kelimeleri boğazına düğümlenen, gecikmişliğiyle kaybedenler listesine dâhil olan, kendi gerçeğini bir daha kendisine hatırlatan filmi durdurup, alt üst olmuş bir halde mutfaktan çayını aldı. Kışın amansız esen rüzgârına aldırış etmeden pencereyi açtı ve duvara yaslandı. Gökyüzünün uçsuz bucaksız ve tanımsız yüzüne baktı. Gözleri doldu. Geçmişin tatlı anıları, bugünün hüznü arasında kayboldu. Kaybetmenin acısı, geçmişin güzel anılarına izin vermediğini fark etti. Sadece daldı. Neye daldığını bilmeden, durgun bir ruh haliyle bir süre daha anlamsız gibi gelen ama içi çığlıklarla dolu bakışlarla gözünü kırpmadan dışarıya bakmaya devam etti. Gözünü kırpmaya korktu. Gözlerinin yaşlarla dolmasını istemedi.

Kader, kısmet ve tercih demişti, giden kadın kendi tercihlerini düşünmeden, suçlarcasına. Film karesinde de erkek suçlanmıştı. Erkeğin elleri arasında kayıp etmesine, göz yummasına ve erkeğin gitmemesi için yapılmasını yapmadan, giden erkeği suçlamak kadının doğasında olsa gerek, diye düşündü. Suçlamak ne kadar kolay değil mi? Bütün sorumluluğu erkeğin omzuna yüklemek ve erkeği bununla bir ömür suçluluk psikolojisiyle yaşamasına izin vermek. “Dur!” demek, neden kadına zor gelir ki. Kendisine ait olanın gitmesinin neresi kadınlık onurudur bilinmez dedi, elindeki soğuk çayı yudumlarken. Kaybeden sadece erkek değildi, düşüncesiyle mutfaktan odasına yöneldi.

Masanın başında durdurulmuş filme baktı. Yarasına basan filmin devamını merak etmesine rağmen eli başlama düşüne gitmedi. Arkasına yaslandı. Filmdeki adamın yedi boyunca sevmediği ama kendisini seven kadınla yaşayışını ve on iki yıldır kalbi sevdiği adamla yaşayan kadının ruh halini anlamaya çalıştı. Bu nasıl bir ıstırap, nasıl bir ceza idi. Hayatın bundan acımasız bir gazabı olabilir miydi? Aralıksız acı çeken bir ruhun hayatta ki amacı ne olabilirdi ki? Yaşamak istenmeyen bir hayatı yaşama zorunluluğu neyin hakikati?

Hakikat, yaşamın gizemine işaret ededursun. Ekrandaki hüzünlü ve pişman kadın erkeğin hakikati sevginin sırrını çözmüş olmaları olsa gerek. Sönmek bilmeyen, sürekli başkası için atan bir kalp, sürekli uzaklardakini düşünen bir zihin her şeye rağmen sevgiden ödün vermeyişleri başka ne ile açıklanabilir. Yaşamın değerini farkına varmak, ellerindeki hayatın bilincine varmak geriye kalan.
Seyircinin hoşuna giden, iki tarafında suçlu aramamaları idi. Ortada bir sevgi vardı. Bu yeterli idi ikisi için. Ve bunun iki taraf içinde bilinmesi hüzünlü iki ruha sükûnet veriyordu. Kabullene bilmek ne önemli bir erdemlilik ve mutluluk diye düşünen seyirci başlama tuşuna bastı. Adamla kadının konuşmasındaki önemli noktayı fark etmişti. İkisi de birbirini sevdiğini biliyordu ve bundan şüpheleri yoktu. Bu ikisine de yetiyordu. Bahaneler ardına ya da kelime oyunlarına girmemişlerdi. Farklı bir hayatları vardı ama birbirlerine ait olduklarının bilmenin huzurunu yaşıyorlardı. Hüznün ardında bu gizli mutluluk vardı.

Sorun ne kaderdi ne de tercihti. Önemli olan farkındalık sonrasında gelenin değerini bilebilmekte diye düşündü seyirci. Acının tüketmeyişi ancak farkındalık sonrası tesellilerde gizliydi. Her şeye rağmen suskunluk devam ediyorsa, yüreği yangın yerine dönüştürendir. Seyirci, ikilinin cesurca suskunluğunu bozan konuşmalarının ortaya çıkaran heyecanıyla arkasına yaslanıp, hüzünlenme yerine kendisinde oluşmuş olan farkındalıkla filme devam etti.

Osman Tatlı
osmantatli@gmail.com

Yazar mı, Manken mi?


Yazar mı, Manken mi?
Yazarı değerli kılan yaratıcılığıyla ortaya çıkardığı eserdir. Yazarın ruhunun bedene bürünün kitap yazarın kişiliği, yazarın aklı ve duygunun dışa yansımasıdır. Kitap yazarın kalbi ve beynidir. Kitap, yazarın hayatta öğrendiklerinin aynasıdır. Kısacası kitap yazara, yazar kitaba can verir.

Yazarın dünyaya açılan penceresi olan kitap maalesef popüler kültürün pençesinde can vermeye zorlanmaktadır. Topluma, bireye yön vermesi gereken yazar popüler kültürün kitaba ilgisizliğinin kurbanı olmamak için kendini ve eserini kurban etme gafleti içine girmektedir.

Kitabı satılmayan yazar kendini değersiz hissetme basiretsizliği içine girdiğinden, kitabının çok satılması ve tanınmak adına kişiliğini yerlerde sürünmesine göz yummaktadır. Yazmanın bile üstün bir meziyet olduğu bir zamanda yazarın kendini basit görmesi, egosunun esiri olması ve kendini popüler kültüre teslim etmesi kabullenecek bir durum değildir.

Yazar kendi yazdıklarına güvenmiyorsa ve var olabilmek adına popüler kültüre sığınarak kendini ispatlamaya çalışıyorsa yazar, yazar olmanın ruhunu kavrayamamış demektir.

Çok satan yani on bin yüz bin satan sözde yazarlara baktığımızda kitabın ruhu adına utanmak yetmiyor. Çok kitap sattığını söyleyen bazı yazarlar, ya farkında değiller ya da şişirilen egolarından dolayı durumu görmezlikten geliyorlar.

Evet, üzücü, can yakan, insanı kahır eden, yazarlığı utanç hale getiren bazı sözde yazarların imza günlerine kitap kapağındaki manken ile imzaya gelmeleridir. Kitap satışını kitabının kapağındaki dizi, sinema, dj, blogger vb. popülere borçlu olan sözde yazar bir de övüne övüne mankeni yanına oturtuyor ve sıraya girmiş sözde okuyuculara ikisi imza atıyor. Yani önce yazar kitabı imzalıyor, ardından kitabın kapağındaki manken kitabı imzalıyor. Aslında kitap imzası için sıraya girenlerin çoğu mankeni görmek, sarılmak, öpmek ve fotoğraf çekmek için gelmişlerdir. Yazarı değil, mankeni gördükleri için çığlık atan ergenlerin gerçek bir yazarı utandıran bir manzaradır.
Yazar da sonrasında çok kitap sattım diye kendisiyle övünmektedir. Yazdıklarına güvenmeyen, yazdıkları ilgi görmeyen kişilerin mankenlere para vererek kitap kapağına görsel koymaları ve bazılarının posterini kitap arasına koyması bir yazar için övünülecek bir durum değil, utanması gereken bir zavallılıktır.

Nasıl yazar oldukları tartışılan bu insanların kitap piyasasının kalitesini düşürdükleri gibi, yazar imajını da lekelemektedirler.

Yıllarına kitaba vermiş ve yazar olma sorumluluğunu omuzlarında taşıyanların medyatik tanıdıklarının olmaması ve mankenlere tenazül etmemesi bu değerlerini düşürmez ama kitap dünyası için bir haksızlıktır.

Bir yazar nasıl olur da kendini bir mankenin gölgesinde bırakır. Düşüncenin taşıyıcısı kutsal kitabı bir insanın fiziksel görüntüsüne kurban etme ciddiyetsizliği gösterebilir. Haydi kitaba, yazarlığa saygınız yok, kendinize de mi saygınız yok. Yanınızda bir manken taşımaya yüzünüz kızarmıyor mu? Yüzünüzün kızarmayacak kadar mı kitap okumaya, bilgiye yabancısınız. Kitap okuyucusu bile kitabı mankene tercih etmez. Yazar biri bunu nasıl yapar.

Yazar kimliğinizi mankene borçluyken bununla övünecek kadar gurur yoksunu mu olur insan? Yazar kimliği mankenle oluşmaz. Yazarlık yaratıcılıkla, farklı eserlere imza atarak olur.
Yazarlık kimliği para ile olmaz. Yazarlık kimliği kimsenin gezinmediği diyarlarda gezinme cesareti göstermekle olur.

Yazarlık kitabın kapağına mankenin resmini koymak ve parayla reklam yapmak değildir.
Okuyucudan beklentimiz olmalıdır ama maalesef okuyucunun da popüler kültüre olan düşkünlüğü bu durumu pekiştirmektedir. Okuyucu da popüler kişilerin peşinde koşmaktadır. Televizyonun magazin programlarında gezinenlerin kitaplarını almak için sıraya girmeyi tercih etmekte. Bununla övünme, havasını atma gibi gösteriş arayışında.

Popüler kültür yazarı ve okuyucuyu maniple etmeyi başarmış durumdadır. Şunu çok iyi biliyor ve görüyoruz ki mankenle imzaya gelen yazarın ve kitabının ömrünün kısa olduğu ve üzülerek söyleyelim ki bu kitaplar doğru dürüstte okunmamaktadır.
Yazarlığın kimliğini kirletilmesinin önüne hem yayıncının hem yazarların hem de okuyucuların geçmesi ve bu tip şovmen yazarlara fırsat vermemelidir.

         Osman Tatlı
osmantatli@gmail.com

İlişkide Bağlanma Korkusu



İlişkide Bağlanma Korkusu
Bağlanma sorumluluk alma ve özgürlüğün sınırlanmasıyla doğrudan ilintilidir. Buna bağlı olarak yaşam tarzının değişikliğe açmaktır. İstediği gibi davranmaya ve yaşamaya alışmış birinin birden bunları terk etmesini beklemek çok da doğru değildir. Beklenilmesi gereken ama zamana yayılması gereken bir durumdur. Kişi tek yaşamaya alışmışken, başkasıyla ortak yaşamaya hazır olmamasına bağlanma korkusu diye tanımlanabilir. Bağlanma korkusu kaçak dövüşmeye benzer. Bir yandan isteme arzusu, bir yandan yeni yaşama hazır olamama endişesi arasında kalan kişi kendine ve karşısındakine haksızlık eder.

Bağlanma korkusu ortak yaşama adım atıldığı anda kaybolan bir korku halidir. Tek sorun o ilk adımı atma cesaretini gösterebilmektir. Gösterildiği zamanda dönüp, bir önceki halle bakıldığında ne kadar gereksiz ve anlamsız olduğu dair hayıflanma içine girilir. Dönemi ne kadar da fazla abartıldığı fark edilir. Ama insanoğlu tecrübe etmeden anlama zorluğu yaşayan bir varlık. Anlayana kadar da kendine bolca da işkence eder. İnsan acıdan haz almaz böyle işkencelerden ama yinede duyguların ürkütücü göstergesi insanı acıların içine sürükler.

Yetişme tarzı insanın ilerleyen yaşına rağmen değişmeyen alışkanlıklar edinir. Edinen bazı alışkanlıkların ömrü vardır. Alışkanlığın ölüm saati yaklaştığında insan bunu hisseder. Ve insan kendini savunma içinde bulunur. İnsan gereksiz yere bir direncin içine girer. Bu değiştiremeyeceğinden değil, değiştirmeye hazır olmadığından ve kendisini ne beklediğini bilmemesindendir. Edinen alışkanlık yerini başka bir alışkanlığa bırakması gerekir. Aslında bu yeni alışkanlık değildir, yani ortada yenilik de yoktur. Var olacak şey alışkanlığın disipline edilmesidir. Biraz düzene girmesidir. Başıboşluktan, vurdumduymazlıktan, sorumsuzluktan kurtulup bunun yerine yapılması gerekenleri yapmaktır. Başka bir deyişle daha önce yapmak istemediklerini, yapma zorunluluğun ortaya çıkmasıdır.

Kişi tekken istediği birçok şeyi yapmaması durumunda bir sorunla karşılaşmaz. Yapması için bir yaptırım gücüyle de karşılaşmaz. Yapması gerekeni de canı istediği zaman yapar. Kendine ve yapılacak işte rahatından, keyfinden taviz vermez. Ortak paylaşımda ise yapılması zorunlu olanlara karşı keyfi bir durum söz konusu olamayacağından, kişinin gözünü korkutur bu durum. Bunlar basit örnekler, ciddi olan konular bu basit örneklerle karşılaştırıldığında konun ciddiyeti fazlasıyla ortaya çıkacaktır.

Kaçmak her zaman kolay gibi gelir, aslında kaçmakta sanıldığı kadar kolay değildir. Kalmak ve kaçmak arasında çok ince bir çizgi vardır. Kaçmanın insana verdiği acı tarifsizdir. Kalması gerektiğini bildiği halde, gitmeye çabalamanın yüzme bilmeyenin suda boğulmamak için çırpınmasından farkı yoktur. Geri de kalanın acı kadar, gidende acı çeker. Giden gitmemesi gerektiğini az çok bilir; geri de kalanın bildikleri ise varsayımlar üzerine kurulur. Bu varsayımlardan birine sarılır.

Kaçmanın çözüm olmadığını insanın ancak kendisi anlar. Gidenin ardından bekleyenin, bekleme ya da beklememe hakkı kendisine aittir. Hiçbir zamanda kınanmamalıdır. Suç bağlanmaktan ve sorumluluk almayı göze alamayıp gidendir. Gidenin geldiğinde kimseyi bulamaması kendi suçudur, suçun bedeline de katlanmalıdır. Ortada bir bekleme süresi zorunlu olarak olacaktır. Çünkü bekleyen, gidenin ardında hemen toparlanması ve kendine yeni sayfa açması kolay olmayacaktır. Giden için bu bir fırsattır. Gidenin çok sürmeden kendini toparlaması gerekir ki geldiğinde gecikmiş olmasın.
Korku aşılması zor bir ruh halidir. Aşıldığı zamanda insanı yeniden dirilmesi gibidir. Korku aşıldığı zaman öndeki engellerde hızla kaldırılacaktır. Yeter ki korkunun üzerine gidilsin. Gidildiği zaman korkunun çokta korkulan bir şey olmadığı görülecektir.


Osman Tatlı
osmantatli@gmail.com

Toy Duygular


Toy Duygular
Duygular yaşa ve yaşanmışlıklara bağlı olarak gelişen yönümüzdür. İnsan çoğu zaman duygularını tanımaz ve onlardan habersizdir. İnsan duygularla yüzleşene kadar da duyguların etkisini bilmez. Duyguların bilgisine sahip olana bilir; ancak bu bilgi duygunun kendisi değildir. İnsan kendi duygusuyla karşı karşıya gelmeyene kadar duygularına karşı pasiftir. Duygular zamanı gelmeden harekete geçmez. Bunlardan en önemlisi de aşktır. İnsanlar aşka dair çok şey bilir, çok şey de anlatabilir. Ancak kendisi âşık olana kadar aşka yabancıdır. Dolaysıyla aşkın oluşturacağı duygu yoğunluğunu da bilmez. İlk defa da karşılaştığında insanlar ne yapacağını bilemez, yaşadıkları duygusal değişimin adını bile koyamaz. Âşık olduğuna bile karar veremez. İşte ilk defa karşılaşılan duygu dönemi toyluktur. Evet, duygularımızın toyluk dönemi vardır. Bu daha olgunlaşmamış duygularımızdır. Tecrübesi az, bizim kontrol edemediğimiz, tanımlamakta zorlandığımız ve özelliklerini tecrübe etmediğimiz dönemdir. Bu dönem kişinin kendisine karşı en zayıf yani savunmasız olduğu dönemdir. Çünkü kişi çaresizdir, çıkmaza girmiştir. Ne yapacağını bilmez bir şekilde sağa sola arayışların için girer. Daha önce akıl verdiği konuda kendisi akıl almaya çalışır. Uykuları kaçar. İkilem içine girer. Akıl devre dışı kalır. Kişi ne yaptığını bilmez davranışlara ve söylemlere içine girer.

Duygusal toyluk dönemi herkesin yaşadığı ve yaşayacağı bir dönemdir. Her duygunun toyluk bir dönemi vardır. Yaşamın ilerleyen dönemlerinde duygu tanınır, bilinir. Kişi duygunun ikinci ve diğer zamanlarında bu duyguyu bildiğinden kontrol etmesi kolaylaşır. Nasıl davranacağını bilir. İlk seferde ki gibi çaresiz olmaz ve çıkmaza girmez. Daha rahattır. Duygularla baş edebilir. Duygulara yön verebilir. Biz buna tecrübe ediyoruz. Duyguların yaşattıklarından edinen bir tecrübedir. Duygular tecrübe edilmeden hissedilmez. Bilinebilir ama hissedilmez. Bilme ve hissetme arasındaki farkı insan başına gelmeden de anlamaz. Duygunun ziyaret etmediği kişi kendini akıllı zanneder ve bildiği duyguyu önemsemez, ciddiye almaz ve üstesinden geleceğine dair bir güveni vardır. Duygu geldiğinde bir önceki bilmişliği ve güveni paramparça olur. Şaşkına döner. Ne kadar cahil olduğunu fark ettiği gibi, güvenin yalan olduğunu öğrenir.

Yaşanmamış duyguya karşı kişi nasıl bir savunma geliştireceğini bilemez. Tanımadığı şeye insan nasıl savunma geliştirsin ki. İnsan bildiği, tanıdığı şeylere karşı kendini savunmaya alır. Karşı saldırı planları kurar. Örneğin aşka dair bilinen onca bilgi, insana âşık olduğu zaman ne yapacağını öğretememiş ve insan âşık olduğu zaman ki dönemi sağlıklı atlatamamıştır.

Toy duyguların bir rotası yoktur. Suyun akışına kendilerini bırakırlar ama bu akışı yokuş aşağı bir hıza dönüştürür. Bazı kişilerdeki dengesizlikte bundandır. Toy duygular zihni alt üst ettiğinden, kişi düşünemez bir hale gelir. Duygularda tecrübesiz olduğundan nasıl bir davranışa dönüşeceklerini bilemediklerinden tutarsız bir hal ortaya çıkar. Bu durum yaşanan dönemi zorlaştırır. Kişiyi yıpratır. Bu dönemde insan acıyla karşılaşır. Bedensel acının yanında duygusal acı belirir. Duygusal acının daha uzun sürdüğü ve daha yıpratıcı olduğu fark edilir. Duygusal acı çoğu zaman dayanılmaz bir hal alır. Kişiyi farklı bir ruh haline çevirir. Normal yaşantının dışına çıkarır. Farklı bir ruh hali ve farklı davranışlarla kişi karşı karşıya kalır. Kendini bile tanıyamaz. Kendisinin şaşırdığı davranışları sergiler. İster hoşuna gitsin ister gitmesin bu yeni davranışların önüne geçilmez. Tabii sıkıntının bir nedeni de bir önceki davranışlarla, yeni davranışlar arasında kişinin gidip gelmesidir. Çünkü bazen kişi yeni davranışları kendince onaylamaz, doğru bulmaz. Bazen de bu ruh hali insandan yeni davranışlar bekler, ama kişi istemesine rağmen istenen eylemleri yerine getiremez. Bu yerine getirememe de insanda sıkıntılara neden olur. Kişilik ve karakter her zaman değişmeye hızlı ayak uyduramaz. Karakter bazen direnç gösterebilir. Bu direnç insanda iç çatışmalara neden olur. Bu da kişide tutarsız söylem ve davranışlara neden olur. Âşık birinin sürekli gel git içinde olmasının bir nedeni de bunlardır.

Toy duygular ilişkinin ilk zamanlarda var olduğundan ilişkinin ilk zamanlarındaki tuhaflık da bundandır. Kişi nasıl davranacağını bilemez. Her şeyden önce duygularından emin değildir. Çünkü aşkı daha önce yaşamamıştır. Hoşlanmanın ne olduğunu da tam bilmez. Bir his var ama bu his neyin nesidir, bilinmez. Kişi sürekli kendisine bunu sorar durur. Yarım duygular ilişkiyi tuhaflaştırır. İki taraf da toy duyguları taşıyorsa pek sorun yoktur. Ama bir taraf tecrübeli ise sorunlar çıkar. Tecrübeli olan bir önceki ruh halini unutmuştur. Karşısındakini anlamakta zorlanır ve anlamsız bulur. Farklı nedenler arar. Halbuki yıllar önce kendisinin yaşadığı dönemi hatırlasa ve empati yapsa sorun kendiliğinden çözülecektir. maalesef insan sadece düşüncede unutkan değildir, duygularda da unutkandır.

Toy duygular sabırsız olur ve hemen sonuç isterler. Biraz sonuç odaklıdırlar. Zamanın gerekliğini bilmediklerindendir. Çünkü duygularda öğrenir. Her öğrenmenin güçlüğü duygularda da fazlasıyla vardır. Kişiyi yormasının altında bu vardır. Bu öğrenme süreci kişiden kişiye değişiyor. Sürenin kısalığı uzunluğu önemli değildir. Kişide bıraktığı izin derinliği ve sığlığı önemlidir. İzin derinliği kişiyi daha çok yorar ve yıpratır. En önemlisi fazla yıpranmadan atlatabilmektir. Kişinin hayat tecrübesi bu durumu kolaylaştırabilir. Yoksa duyguların acıması yoktur. Kişiye çok kötü bir ders vererek kendilerini anlatırlar. Bu süreçte zihinsel anlamda güçlü olmakta işi biraz kolaylaştırır. Zihin duyguların hızını kesemez ama yavaşlatabilir. Bu da bir avantajdır.

Toy duygular bizim gerçeğimiz ve kaçınılmazlarımızdır. Onları dinlemeli ve anlamaya çalışmalıyız. Acele etmeden, panik yapmadan bu yapılmalıdır. Duygulara dair cevaplarda, çözümlerde bizdedir, dışarıda değil. Duygular konusunda dış dünyanın elinden bir şey gelmez. Faydası azdır. Ama bu yalnız savaşmak da olarak anlaşılmamalıdır. Kendimize karşı zafer planları yapmaktansa, kendimizi anlamaya çalışmamız daha doğru bir karardır. Kişinin kendisine karşı zaferi olmaz, çünkü her yaş, her olay insanı yeni duygularla karşı karşıya getirir ya da bildiğimiz sandığımız şeyleri daha bilmediğimizi fark ettirir. Duygular anlaşılmayı ve sonrasında yaşanmayı ister; yoksa kendileriyle savaşmayı değil. Kim kendi kendini yenebilmiş ki. Tabii yenmek diye bir şey varsa.

Osman Tatlı
osmantatli@gmail.com

  Unit 42: Dijital Parmak İzi Sanal yani ikinci bir hayat/yaşam mecrasının kapısını sonuna kadar açan internet artık bizim beşinci organım...