12 Kasım 2020 Perşembe

 


 

La Revolution: Soylu Yamyamlık

 

Zenginliğin kaynağı fakirlerin gönüllü köleliğidir. Kendisi aç kalan ama efendisinin açlığını dert edinen ve uykusu kaçan fakirin varlığı soylu sınıfları oluşturduğu gibi soylu sınıfın da devamlılığını sürdürtmüştür. Zenginlik bir ayrıcalık olarak görünmese de aristokratlık ya da soyluluk bir üstünlüktür. Soylu sınıf fakirlerden beslenir, varlığının yüceliğini ve tanrısal gücünü de fakirlerden alır. Kısacası soyluluğun varlığını var eden fakirlerdir. Fakirler olmasa soyluluk da olmayacaktır. Bunu parasal/ekonomik olarak değil, zihinsel ve yaşam tarzı olarak görmek lazım. Fakir her zaman kendini soylulara karşı ezik ve hiç olarak görür. Soylularda fakirin bu bakış açısıyla güçlerini pekiştirir. Kim kimi var ettiğini varın siz düşünün artık.

Sinema artık doğrudan okumalar yerine sembolik imgelerle geçmişin, bugünün ve geleceğin okumasını yapmaktadır. İmgeler üzerinden derdini anlatmaya çalışmaktadır. Bunun çözümünü seyirciye bırakmış durumda. Burada ne kadar anlaşılır olduğu sinemanın dert ettiğinden çok sinemanın kendini anlayışını oluşturması önemlidir. Örneğin: La Revolution fantastik dizisi üzerinden Fransız devrimini konu edinmesi gibi.

Soyluların bitmez tükenmez paraya olan düşkünlüğünü ve yoksulların sömürerek kanlarını emmelerini yamyamlılığa benzetmesi ne kadar da muhteşem bir imgedir. Soylular daha güzel bir şekilde anlatılamazdı. Kölelerin kırbaçlanması, öldürülmesi gibi klasik betimlemeler yerini daha güncel olanlara bırakmıştır. Soyluların içindeki çirkinliğini dışa vuracak başka bir benzetme olamazdı. Dışarıdan bakılınca farklı görünen soyluların içindekinin dışa vurumu gerçekliğin yansımasıdır.

Günümüz toplum ve devlet yapılarına şeklini veren Fransız devrimin ön aşamasında bilinmeyenlere ve görülmek istenmeyenlere değinme çabası dizinin amacı olarak görülmektedir. Bugünkü nesiller devrim öncesi ve sırasında yaşananları değil, sonuçlarını bilir. Sonuç bilgisi teoriden ibarettir, bugün kendilerine sunulanın parçasıdırlar. Bugüne nasıl geldiklerini bilmezler, hissedemezler. Bedel ödenmediği içinde anlama çabası da yoktur. Kitaplara yansıyan bilgiler gerçekliği yeterince yansıtmaz. Olayların arka perdesi çoğu zaman örtük kalır. Bu dizinin perde arkasını bize gerçeklik ölçüsünde yansıtıyor anlamında değildir. Sadece yaşananların olasılığını kurgulamaktadır. Fantastik kurguda kendimizi dönemin içinde hissetmiyoruz. Sadece soyluların zalimliğinin, yoksulun çaresizliğinin sonuçlarını görüyoruz.

Fantastik, tarih ve dram karışımı kurgularda çok özgünlük beklememek gerekir. Anımsatmalar her zaman olacaktır. Önemli olan algının boyutudur. Algı kurgunun içinde kaybolmuyorsa kurgu başarılıdır. Kurgu öne çıkıyor ve mesaj kendini fark ettiremiyorsa dizi ya da film başarısız olmuştur. Kurgu ve algı birlikteliğini en iyi şekilde yansıtması önemlidir. La Revolution dizisi kurgu ve algı ikilisini yansıtmakta başarılı olduğunu söyleyebiliriz.

The 100 dizisiyle ‘siyah kan’ın lanetini fazlasıyla içselleştirdik. La Revolution’la mavi kanın iğrençliğiyle tanışıyoruz. Burada kanın rengi değil, hastalığın soylulara bulaşmasıdır. Giyotin mucidinin doktor olarak soyluları öldürmek yerine onları iyileştirme mücadelesiyle karşımıza çıkması dikkat çekicidir. Doktorun soyluları öldürme yerine her şeye rağmen onların iyileşeceği inancıyla insani yaklaşımları pek de inandırıcı değildir. Zenginliğin, gücün tadını almışların bunu terk edeceğine inanabilmek için kontesin unvanlarını bir kenara bırakması yetmemektedir. Elbette salt kötülük yoktur, salt iyi niyetin olmayışı gibi. Bütün kötülüğün kaynağını bir konta bağlamak ve diğer kontların mecbur kalışlarını söylemek bir çelişkidir. Özellikle isyan esnasında askerin öldürdüğü halkın üzerine çullanan kontların gerçek yüzü ortaya çıkmaktadır. Soylular askerlerin öldürdüğü ya da ele geçirdiğiyle beslendiğinin en iyi anlatan bir sahnedir.

Soyluların merhametsiz, vicdansız, duyarsız ve zalimliklerinin kaynağını dizi kalpsiz oluşlarına bağlamaktadır. Malum kalp merhametin göstergesidir. Soylular yaşayan ruhsuz bir bedeni temsil etmektedir. Sevginin bile varlığını bilmeyen bir beden yığınından ibarettirler. Soğuk ve ürkütücü yüzlerdeki ifadenin nedeni yaşayan ölüler olmasına bağlansa da öncesinde soyluların sergilemiş olduğu yaşam öncesinden farklı değildir. Soylulara saray tarafından hastalık bulaştırıldığı kurgusu kontları biraz masumlaştırmadır. Suçun tamamını saray atmaktır. Sarayın kontların halka kötü davranmasını teşvik ettiği düşüncesi dizinin son bölümlerinde iyice belirginleşmektedir. Asıl kontun hastalık nedeniyle halkından uzak kalışını da kontun halkını düşündüğünü izlenimi verse de açlığını yine de yoksul kadınlar üzerinden gidermektedir. Tabii bu sanki kontun başka çaresi yokmuş, iradesini kontrol edemediği söylemiyle örtbas edilmektedir. Kadının güçsüz ve değersizliği konta yem edilmeyi kolaylaştırmaktadır. Dizinin çelişkisi kadını bir yandan değersiz gösterirken bir yandan da kadını devrimin öncüsü olarak göstermektedir. Kont için kızları değerlidir ama halktan kadınlar değersizdir. Halkın da kendine lider olarak kadın seçmeleri ve şehirdeki kadınlara yapılan muamelenin hayvanca olması da ayrı bir tutarsızlıktır.

Son olarak dizinin zombileşen insanlara farklı bir bakış açısı kazandırdığını ekleyelim. Malum zombileşen insanlarda akıl yitirilmekte sadece açlık güdüsü kalmaktadır. Ruhsuzlaşan ve yamyamdan ibaret kalan zombileşe insan profili dizi ile yıkılmıştır. Dizide zombileşen insanlar açlık güdüsü taşı da diğer insani yönlerini yitirmemektedir. Önceki hallerinden farkları yoktur. bu da sinema sektörü için bir yeniliktir. Bundan sonra da zombileşen insanlara farklı bakış açıları getirilecektir.

 

Osman Tatlı

osmantatli@gmail.com

11 Kasım 2020 Çarşamba

Omniscient: Mükemmel Sistemin Çöküşü

 




 

Omniscient: Mükemmel Sistemin Çöküşü

Distopya geleceği karanlık gösterir. Teknolojinin geliştiği ve insanların hayatına yön verdiği, hastalıkların ve savaşların insanların yoksulluğa mahkûm ettiği, şehirlerin harabeye döndüğü ve doğanın kat edildiği, otoriteyi elinde tutanların insanları kontrol etmek için uyguladıkları baskıları, insanların bugüne ve yarına umutlarının olmadığı, geçmişlerinin silindiği; mahremiyetin olmadığı, insanların yedi yirmi dört gözetlendiği, insanların mekanik bir hayatın içinde kaybolduğu, cinselliğin her şey olduğu, bugünün markalarının binlerce yıl sonra bile varlığını devam ettirdiği, insanların nedensiz öldürüldüğü, özgürlüklerin olmadığı bir dünyanın varlığını bize haberdar eder. Karanlığın içine hapis edilmiş insanın otoritenin yıkılmazlığına inandırıldığı ve korkunun her şey olduğu zamanların varlığı bugünün insanını bile geleceğe dair umutlarını kırmaktadır. Geleceğe dair iyimser yaklaşımlar yok gibi. Gelecekte insanın iradesinin yokmuşçasına bir yaklaşım korkunun ve hiçliğin bir uzantısıdır.

Gelecekte ülkeleri kim yönetecektir, sorusunun cevabı bugün bildiğimiz hükümetlerin olmadığını Distopya söylemektedir. Geleceği yönetenlerin şirketler olduğu kurgulanmaktadır. Ordusu ve askeri olan şirketler bugünün devlet işleyişini yapmaktadır. Şirketlerin gücü, devletin gücünden üstündür. Devletler şirketlere karışamamaktadır. Her şeye şirketler karar vermekte, yönetimi de şirketler yapmaktadır. Bugün bile şirketlerin devlet mekanizmasında söz sahibi olması, gelecekte tamamen şirketlerin yönetimi ele geçireceği tezini oluşturmaktadır ya da farklı bir yönetim anlayışına dair tezlerin üretilememesinden kaynaklanmaktadır.

Distopya kurgularının temelinde mahremiyetin yitirilişi ve mahrem bilgilerin şirketlerin/devletlerin eline geçmesidir. Devlet/şirketler vatandaşları 7/24 gözetim altında tutarak vatandaşların yasadışı eylemlerin önüne geçerek varlığını sürdürmeyi amaçlamaktadır. Vatandaşta sürekli gözetlendiği bildiğinden devletten/şirketten korkmaktadır. Korku ve her şeyin görüldüğü bilgisi vatandaşların yasadığı işlere girişmesine engel olmaktadır. Bu anlayış aynı zamanda devletten çok güçlü olduğu inancını doğurmaktadır. Çünkü devlet edindiği bilgilerle eylemlere anında müdahale etmektedir. Vatandaşın kaçışı alanı yok gibidir, sistem mükemmel görünmektedir.

Omniscient dizisinin en belirgin özelliği vatandaşların 7/24 droneler tarafından gözetlenmesidir. Droneler insanların fiziksel ve ruhsal özelliklerine göre eylemlerin öncesini kestirip bağlı oldukları merkezi sistemi haberdar etmektedir. Böylece sistem anında olaya müdahale etmektedir. Droneler nedeniyle mahremiyet kavramı yoktur. Vatandaşlarda bunu kabullenmiştir. Dronelerle doğal yaşamaya alışmışlardır.

Sistemin kusursuz işleyişi bir cinayetle sorgulanır. Nina babasının ölüm nedenin görüntüleri talep eder ancak şirket görüntüleri vermediği gibi cinayeti doğal sebeplere bağlar. Neden açıktır sistemin kusurlu olduğu bilgisinin önüne geçmektir. Sistemin kusurlu olması kaosu yol açacağı gibi şirket elindekilerini kaybedecektir. Sözde şirket dışında kimse vatandaşların mahremiyetini bilmemektedir ve bunu koruma garantisi vermektedir.

Dizinin bir farkı da dronelerin olmadığı ve normal bir hayatın devam ettiği başka bir şehirde vardır. İkinci şehirde insanlar yasadığı bütün işlerini yürütebilmektedirler. Devlet tarafından takip edilmedikleri için istediklerini rahatlıkla yapabilmektedirler.  Dizi bize iki şehirdeki yaşamın karşılaştırma imkânı sunuyor. Bunu yaparken de sistemin kurucularını masum gösteriyor ve asıl suçlunun siyasetçiler olduğunu ön plana çıkarıyor.

Siyasetçilerin kendi çıkarları ve kariyerini koruma adına halkın mahremiyetini fütursuzca ihlal ettikleri gibi onu da kendileri için kullanmaktan çekinmezler. Dizinin sonlarına doğru çıkarılan sonuç bu. Devamında da bu eksende devam edecek gibi duruyor.

Üzerinde durulacak kısım ise her sistemin dışarıdan ne kadar mükemmel görünse de kusurlarının olabileceğidir. Droneler hiçbir zaman insanları gözetim altından uzun süre yalnız bırakmasa da insan zekâsı sistemin açığını bulmakta zorlanmıyor. Dizi de sistemin alt edilebileceği hatta kolaylıkla sistemin yanıltılabileceğini hem Nina hem de katil göstermektedir. İki örnek bize sistemlerin ne kadar güçlü ve kusursuz olsa da bir açıklarının olabileceğidir. Önemli olan sistemin açığını ortaya çıkaracak cesaretin ve sabrın olabilmesidir. Sisteme karşı korku ile yetişenlerin bu korkuyu aşması tabii ki zordur. Ondandır ki sistemler güçlerini ve geleceklerini çocuklar üzerine kurar. Korkak yetişen çocuk yetişkin dönemde sisteme kayıtsız şartsız teslim olur. Sisteme olan inancını sorgulamaz ve sistem gerekli görülür. Sistemin devamlılığı için mücadele eder. Sisteme bağlılık inanç ve korku karşımı bir ruh halinin eseridir.

Sistemlerin zaaflarını ve yenilebilirliğini ancak sisteme alternatif düşünceler üretmekle mümkündür. Sistemi iyi tanımak aynı zamanda sistemin zayıf noktasını bilmek demektir. Sistemin içinde olanlar sistemin açıklarını kolaylıkla elde edebilir Nina gibi. Yine sistemin açıklarının ne olabileceği üzerine araştırmalar yapanlarda sistemin açıklarını yakalayabilirler katil gibi. Burada Distopya karşımıza mükemmel yönetim sistemlerini sunarken aynı zamanda sistemin nasıl alt edileceğini de göstermektedir. İnsan eliyle yapılmış her şeyin yıkılmaya da mahkûm olduğunu öğreniyoruz. Dışarıda mükemmel denen sistemlerinin aslında içinin ne kadar kokuşmuş olduğunu fark ediyoruz.

Sistemlerin mükemmelliği ve mahremiyetin kayboluşu için geleceğe gitmeye gerek yoktur. Bugün bile iki anlayış fazlasıyla işlenmekte ve kabul görmeler fazlasıyla görülmektedir. Mahremiyetin kalmaması için devletlerin çokta çaba göstermesine de gerek kalmamıştır. İnsanları gönüllü olarak mahremiyetlerini fazlasıyla etrafa saçmadadır. Aradaki fark birinde devletin doğrudan müdahalesi varken, ikincisinde vatandaşların gönüllü olarak kendilerini deşifre etmesidir.

Osman Tatlı

osmantatli@gmail.com

3 Kasım 2020 Salı

 


 

Kelebeğin Rüyası: Yazmanın Değersizliği

Kelebeğin Rüyası için cumhuriyet eleştirisi yapıldı denildi; maden ocakları işçilerine yeterince yer verilmemiş diye eleştiri yapıldı. Sınıf farkının getirdiği ilişkilerdeki uçurumlara vurgu yapıldı. Oyuncuların yeterli yetersizliği tartışıldı. Hatta filmin süresi üzerinde polemiklere girildi. Ancak filmin ana teması olan şairlik, yazarlık ve yazarların, şairlerin yaşadığı sorunlara, yalnızlıklarına, yoksulluklarına, dışlanmışlıklarına, anlaşılmamalarına, emeklerinin göz ardı edildiğine ve sahipsiz kalışlarına kimse değinmedi.

Filmin teması olan bu konuya yazarlarda, eleştirmenlerde, seyircilerde değinmedi. Filmin magazin tarafın dillendirilmesi kolay olduğundan görüşlerde bu eksende kaldı. Kalem oynatan yazar ve eleştirmenlerin bile yazarların ve şairlerin yaşadıklarına değinmemeleri de üzücüdür. Yeri gelince sorunlarına kimsenin değinmediğine, emeklerinin görülmediğinden yakınırlar. Kendi kendine sahip çıkmayan yazarların, zorda kalınca yardım taleplerinin karşılanmasını beklemek fazla hayalperestlik olur. Yazarı en iyi bir yazar anlamalıdır düşüncesi de geçerliliğini kaybetmiştir.

Yazmak bir tutkudur. Sözcüklerin dünyasında gezinti yapma zevki tadanların bağımlılık yaşadığı bir dünyadır. Hayallerin dünyasında yaşamanın hazını ancak yazarlar anlar, hisseder. Yazmak farkındalıktır, duyguların canlılığına, renkliliğine işarettir. Egodan sıyrılmış bir benliğin satırlar arasındaki gezintisi erdemliliğin göstergesidir. Yazmak umudu diri tutmak ve umutla yarına bakmaktır. Yazmak bir yaşamın amaca dönüşmesidir. Ondandır ki yazmanın önemini ve gerekliliğini okumayan ve yazmayan anlamaz, hissedemez. Ondandır ki yazarlar ve şairler bu toplumun yetim evladıdır; kimsesiz, yalnız ve yoksuldurlar.

Kelebeğin Rüyasında değil kitap okumanın önemini kavramış bir halka, okumanın gerekliliğini bilmeyen bir halka kamerasını çevirmiştir. İmkânsızlıklar içinde okumaya, yazmaya çalışan gençlerin anlaşılamaması kadar doğal bir durum yoktur. Halk ekmeğinin derdindedir, yoksulluğun içleri kararttığı bir zamandan geçmektedir. Böyle bir halktan okumak, okutmak beklemek doğru değildir. Halk her zaman kendini garantiye almak ister, riski sevmez. Kendi yaşantılarında hayatın zorluluklarını tecrübe eden babalar da evlatlarının geleceğini garanti etmek derdiyle hareket etmektedir. Görünen neden ben çok çektim, evladım çekmesindir. Bu neden görünürde masum ve mantıklıdır. Babaların göremediği ise herkesin yaşaması gerektiği bir hayatın olduğudur. Evlatlar babalarının yapamadığını yapmak, babaların yarım bıraktığını tamamlamak ve kurulan düzeni devam ettirmek için var değildirler. Her evladın hayattan beklentisi farklıdır, hayalleri ve yaşamak istediği babaların istediği olmayabilir. Babalar buna pek tahammül edemez ve evlatları anlama, destekleme yerine dışlamayı tercih ederler. Keşke sadece babalar dışlasa maalesef yazarlıkta para yok diye herkes dışlamaktadır. Filmdeki kahramanların yaşadıkları çevrede yer edinememeleri gibi.

Dergi çıkarmak her şairin hayalidir, diyor gençlerin hocası. Peki, her şair, yazar neden bir dergi çıkarmak ister, sorusunun cevabı sadece hayal değildir. Şartlar şairlere ve yazarlara dergi çıkarmayı zorunlu hale getirir. Film bu şartların nedeni üzerinde hiç durmamış, öylesine bir fanteziymiş gibi vurgulamış. Sorunun birçok cevabı olmakla beraber, birkaç tanesinin üzerinde duralım, gizemin altındaki çirkinliği de gün yüzüne çıkaralım.

Birinci neden edebiyatı, şiiri tekeline alan yayınevi ve dergilerin Süleyman’nın mührünü ellerine almasıdır ki şöyle kendi kurdukları/oluşturdukları şiir, yazı anlayışına uymayanları kapı dışarı etmeleridir. Kendilerince edebiyat ve şiir tarzına kendileri karar vermektedir. Eğer dergilerinde yazılarınızın, şiirlerinizin yayınlanmasını istiyorsanız onların istediği içerikte ve üslupta yazmanız gerekir, yoksa yazdıklarınız beş para etmez. Hayatta dergi de yazı ve şiirleriniz yayınlamaz. Karar mekanizması onlardır. Neyin edebiyat neyin şiir olduğuna onlar karar verir. Dergi onların, kararda onların dolaysıyla farklı bir anlayışınız ve tarzınız varsa dergilerin kapısı yüzünüze kapanır, istediğiniz kadar güzel yazın. Durum böyle olunca siz de kendi derginizi çıkarmak zorunda kalırsınız. Maalesef bu ülkede yıllarca birkaç dergi edebiyata şekil verdi, edebiyatın ölçüsü oldu. Böylece onlarca, yüzlerce yazan kabul görmek için kendini bazı dergilerin kalıplarına uydurdu. Yaratıcılık ve özgürlük edebiyatı istenen kalıplara uymanızla eşdeğer haline geldi. Birilerin karar mekanizması olması edebiyatın gelişimini yavaşlatmıştır, çünkü dışarıda bırakılan yüzlerce üretken dimağ yok olup gitmiştir. Yazdıklarının yetersizliği düşüncesine kapılarak yazmayı bırakmıştır.

İkinci bir neden ki birinci nedenle paraleldir. Aitlik duygusu, ego ve kendini ispatlama/kanıtlama, statü/prestij kazanma hırsıdır. Her yazar, şair hep en iyisi olduğunu ve kendisi dışındakileri beğenmemezlik eder. Böyle olunca da kendi dergisini çıkarmayı daha mantıklı bulur.

Bunlara bir de şu eklenerilir: bağımsızlık/özgürlük adı altında kimse bağımlı olmama kaygısının olmasıdır. Bağımlılığın kölelik olduğunun bilincini taşıyanlar, kimseden emir almamak ve başkalarına hizmet etmemek adına rahat hareket etmek için kendi dergilerinin olmasını isterler. Tabii bu bir azınlıktır.

Tabii nedenler ne olursa olsun dergicilik ya da yazmak maliyetli bir iştir. Para hem de çok para gereklidir, yoksa bir sayıdan öteye gitmez dergi macerası. Filmdeki gençlerin yaşadığı zorluluklar ve dergi için çırpınmaları da gayet doğaldır. Tabii bu daha derinleştirilebilirdi. Filmin amacı şairlerin yaşadıklarına odaklanmaksa, bizde bu olmuyor tabii. Biz yan temaları severiz. Yan temalarla siyasi mesajları vermesek, film çekmenin manası olmaz. Filmin madencilere, aşka vb odaklanması bundadır…

Sinemanın başarısı insana ve topluma ayna olabilmesindendir. Seyirci kendi dünyasını ekranda gördükçe filmin değeri ve önemi o derece artar. Yönetmen siyasi, dini, ideolojik ve kültürel motiflerinden sıyrılarak evrensel insan temasını ya da toplumu içine alan öğelere temas edebilmişse filmin etkisi de o kadar artar. Bunun terside geçerlidir, yönetmen temsil ettiği dünya görüşünü filmine yansıtabilirse temsil ettiği çevre tarafından ödüllere boğulur. Bu ödül aslında iyi bir propaganda çalışmasının nişanesidir. İlki yarınlara, ikincisi yaşanan zamana hitap eder.

Kelebeğin Rüyası’nın yan temalarla algı oluşturmaya çalışması filmi ana temasından koparmış ve ana temanın, yan temalar arasında boğulmasına neden olmuştur. Bir mesaja odaklanma yerine çoklu mesaja odaklanmak filmin başarısını gölgelemiştir ve isteneni verememiştir.

Türkiye sinemasında siyasi mesajları sanatla bütünleştirememe sorunu veya yetersizliği vardır. Sosyal mesaj verme kaygısı sanatın önüne geçmektedir. Hâlbuki sosyal mesaj sanatla bütünleştirerek rahatlıkla verilebilir. Maymun iştahlılık sosyal/siyasi mesaj kaygısına dönüşünce filmin içine çok şey katılmaktadır. Böyle olunca film hem gereksiz yere uzuyor hem de verilmek istenenler tam verilememektedir. Sinemamız hala bir temaya odaklanmayı başaramamaktadır. Odaklanamamak dağınık içerikli filmlerin çekilmesine neden olmaktadır. Yönetmenlerin çok şey anlatma derdi, sanatı katletmektedir.

Kelebeğin Rüyası konusu itibariyle güzel ama sanatı kullanamamak adına yetersiz kalmıştır. Belden aşağı esprilerle beyazperdede yer edinen absürt filmlerden, aşk adı altında cinsellik kokan komedilerden birkaç gömlek daha iyi bir film olduğu tartışılmazdır.

 

Osman Tatlı

osmantatli@gmail.com

1 Kasım 2020 Pazar

 


Barbarians: İhanet ve Sadakat Arasında Özgürlük Mücadelesi

 

“…Ne için savaşıyoruz? Geçmiş için savaşır kimi, kimi gelecek için; aşk içinde, onur içinde savaşırız. Zafer için savaşırız, özgürlüğümüz için savaşırız. Çocukları için savaşır kimi; kimi ise Tanrılar için savaşır.

 En önemli şey şu; ancak duygularımızı kontrol altında tutarsak kazanabiliriz… Ne uğruna savaşırsak savaşalım bedelini kanla öderiz.

Ölürken hepimiz hem suçlu hem de masumuz.

Her şey aksi gittiğinde tanrıların yardımına ihtiyaç duyarız.

... Ama en önemli şey düşmanının en büyük zayıflığını bilmek ve var gücünle o noktaya yüklenmektir.

Senin en büyük zayıflığın bana olan güvenindi.”

“Kendime soruyorum; “ Sen ne için savaşıyordun ve buna değer miydi? Seninkinden farklı bir hayat isteyebileceğimizi hiç anlamadın! İnançlarımızın, hislerimizi ve düşüncelerimizin farklı olabileceğini!” (Barbarians dizisinin 1. Sezonun “Savaş” bölümünden alıntı.)

Sadakat ve ihanetin kana bulandığı savaş meydanında babanın(?) şaşkın ve hayal kırıklığının arasında donuklaşan yüz ifadesi ile oğlunun(?) özgürlük için acımasızca sallanan kılıcının intikamla kana bulanan bakışların meydan okuyuşu arasındaki kararsızlığında hem suçluluğu hem masumiyetin yansıtan sahnesinde kendini savunma, karşıyı suçlama, yaptığına nedenler arama, anlamsızlığı sorgulama ve kişinin geldiği topraklara bağlılığını, babadan koparılan evlatları yetiştirenlere olan bağlılığın derecesini önümüze döken cümlelerin sıralanışındaki sahnelerin anlamlılığıyla bizi arada bırakan bir savaş sahnesi.

Savaşın varlığı bir sorgulamadır; dostlukların, ailenin, aşkın, ihanetin, toprağın gerekliliği ve önemi, özgürlüğün, köleliğin, ölümün, yaşamın, çocukluğun, geçmişin, geleceğin, sahip olmanın ve yitirilenlerin… Hayatı içine sığdıran her şeyin önümüze konulması ve kendimizden bir şeyler bulmasıdır. Değerlerin sorgulandığı ve yaşamın hatta insanın acımasızlığın bütün çıplağıyla önümüze konulmasıdır savaşlar. Savaşlar liderlerin işaretiyle yok edilen insanların tarihidir. Siyasilerin kararıyla alınan ama halkın ilgisiz/habersiz ve istemediği ölüm arenalarıdır.

Her dizi film savaşın kötülüğünü, getirdiği yıkımı ve masumiyetin yitirilişini bize yansıtırken bir yandan savaşın gerekliliğini de bize öğretir. Bu ikilem yaşamın gerçekliğinin bize ayna olmasıdır. Çünkü öldürün taraflar her zaman haklılıklarını dile getirirler. Karşılıklı çekilen silahlarda iki tarafta kendini haklı görür. Haklılıklarını da sağlam temellere dayandırırlar. Masumların öldürülmesinde bile haklılıklar var edilir. Kısacası öldüren kim olursa olsun kendine göre gerekçeleri vardır. Dolaysıyla merhamet ve vicdan kendisine yöneliktir. Karşıya karşı bu duygular beslenmez.

Dizinin sorguladığı ne için savaşıyoruz sorusunda dile getirilmeyen önemli bir kavram vardır: sömürgecilik. Sömürgecilik anlayışı kadim bir işgal gerekçesidir. Belki de insanların yerleşik/tarım hayatına geçişiyle varlığını ortaya çıkmıştır. İnsanlığın doğası gereği midir, başkasının emeğini elinde alma ve kendi bencilliği için kullanma? Yorulmadan, emek vermeden başkasının ihtiyacını elinde alıp aç bırakma anlayışı karşısında el koyan her zamanda bunu ihtiyaç fazlalığında yapar. Doyumsuzluğun esir aldığı benlikler, keyifleri için kan akıtmayı bir şehvet gösterisine dönüştürür.

Sömürgeciliğin bedeli her zaman kanla ödenir; işgali devam ettirmenin bedeli kan, işgalcileri kovmanın bedeli kan. Hatta buna işgalcilerin kovulmasından sonra kovanların rejimlerini kurma ve ayakta tutma adına kana başvurmaları bile eklenebilir. Başka bir ifade ile işgalcilerden sonra, işgalcilerin gitmesi için bedel ödeyenlerin birbirini kılıçtan geçirmesi yani kanın devam etmesidir. Çünkü işgalciler her zaman geride kendilerinden birilerini geride bırakırlar. Bırakılan da yerel biri olur.

Roman işgal ettiği bölgelerde varlığını kalıcılığını sürdürmek için barış adı altında lejyoner olarak yetiştirmek adına kabile reislerin çocuklarına el koyar. Bu çocukları yetiştirip topraklarına geri gönderip kabilenin başına geçmesini istemektedir. Böylece asker gücüne, savaşlara gerek kalmadan bölgeyi kontrolü altında tutacaktır. Roma’ya hayran ve Roma’nın gücünden korkan bir kabile reisi kendisiden istenen her şeyi yapacaktır. Bir de buna yaşadığı sürece kabile reisi olarak kalmakta eklendi mi Roma’nın sözünden çıkmayan kukla bir reisin yönettiği topraklar Roma’ya hizmet edecektir.

Bu politik devşirme yöntemi çoğu zaman başarılı olsa da bazen de başarısızlıklarda içerebilmektedir. Dizide Roma tarafından özel olarak devşirilen komutanın kendi özüne dönüşü gibi ters tepmelerde olabilmektedir.  Tabii bu durum Roma’nın gücüne güvenmesi ve politik beyin yıkamalarına olan aşırı güvenmesinin sonucudur. Roma’nın ve Roma’nın üzerinde sömürgecilerin halkların insanca taleplerinin olabileceğini kabullenmek istememelerinin bedelin kanla ödemesi önemli alt metin vurgusudur.

Başkaları tarafından büyütülen evlatlara birçok şey vat edilse de bir gün kendi topraklarına döndüklerinde kendilerine ait olanı bulacakları kaçınılmazdır. Dediğimiz gibi bu içinde topraklarına ihanet edecek evlatların olmayacağı anlamı da çıkarılmamalıdır.

Dizi tarihi gerçekliği kurgulasa da savaşın ve sömürgeciliğin acımasızlığı belli bir döneme ve tarihe özgü değildir. Savaşın ve sömürgeciliğin getirdikleri evrensel ve tarihseldir. Savaşı konu edinen tarihi dizi filmler işgal edilen topraklarda yaşayanların başına neler geldiğini ve geleceğini göstermesi açısından önemlidir. İkincisi de topraklarına ve halkına ihanet edenlerin resimlerini çekip bize göstermektedir. Bu iki gerçekliğin unutulmaması gerekir.

Dizinin dikkat çeken bir noktası da savaşın aşk için çıkmamış olmasıdır. Her şeyin aşka bağlandığı sinema sektöründe dizide aşk ele alınsa da savaş nedenin ve özgürlük mücadelesinin aşk üzerine kurulmamış. Özgürlüğün fitilini ateşleyen baskılar, zulümler ve keyfi vergilerin ağırlığı altında ezilen ve aç kalan halkın isyanıdır. Kendilerine ait olanı talep etmeleri ve ölümü göze almalarıdır. Belki sömürgecilerin unuttuğu ya da gözden kaçırdığı açlığın ölümden beter bir yaşam olduğudur.

Osman Tatlı

osmantatli@gmail.com

  Unit 42: Dijital Parmak İzi Sanal yani ikinci bir hayat/yaşam mecrasının kapısını sonuna kadar açan internet artık bizim beşinci organım...